:)

klasik elektra, yine kopmak üzereyim niyetimden. yaz işte iki satır di mi? ne var? hah, işte bir şey yok, o zaman niye yazayım duygusu. o eski “aklına gelen her şeyin yazılabilir değerde” olduğu ilk blog yıllarım kıvamına bir tutunabilsem yeniden.

neyse.

hiçbir şey yazmaya gelmedim. yazmaya geldim. uyuyorum, uyanıyorum, günlük işler, çokça tembellik, yazmazken yağan karlar, içilen kahveler, okunan kitaplar, izlenen filmler gırla. ne kar yaptı bu sene ya hu. ama artık biraz baharın aydınlığına ihtiyacım var. biraz camdan vuran ışık gibi, biraz dışarı çıkarken hafif çıkmak gibi, biraz akşamüstü güneşinde balkonda kahve kitap keyfi gibi, yazın üzerimize kütle gibi çöken sıcağına geçmeyelim küt diye lütfen. uzun bir bahar gibi bir şeyler olsun… artık bu da olsun yani. çok bir şey mi?

deminden beri kanepede yanlamış Ozark’ın son sezonunu izliyordum. normalde yanlayıp bir şeyler izlemek yaptığım bir şey değil de sabah bir çarpıntı tuttu beni, ne olduğumu şaştım. elimin ayağımın canı kesildi, attım kendimi kanepeye, gümbürtülü kalbimin sevk edeceği panik hali gelmesin diye de Ozark’la oyalanıp geçmesini bekledim o gümbürtünün. ve tabii geçti ve tabii yatmaktan sıkıldım ve tabii gümbürtü gündemimden çıkar çıkmaz da kalkıp bir türk kahvesi ile gümbürtüme meydan okudum 😀 kahvemin yanında da oğlumdan gelen nefis bir tuz parçacıklı çikolata gömdüm. çıtır çıtır tuz ne güzel geliyor çikolatanın tatlılığının arasında. dün oğlumun kokusuyla gelen Pelin’le görüştük. onu iyi, keyifli, mutlu görmek çok iyi geldi, çikolata da onunla geldi zaten.

bu neredeyse 1 ayı bulan arada az daha geçici bir yardım için de olsa son işime dönmek gibi bir şeye ikna ediyordu yöneticiler beni. ama tok alıcı olunca karşılarında fikirlerini satamadılar. bir ara bir içimi gıdıklamadılar değil, yalan yok. ” aman işte önümüz bahar, kalmış okulların bitmesine iki buçuk ay, yaparım ” falan diye de düşünürken yakaladım kendimi. ama işte okuldan içeri adım atıp o dedikodu, ergen gerginliği, kaos falan görüverince, ay yok. hiç özlediğim gibi olmadığını hatırladım. hala daha telefon çalınca içim hop ediyor gerginlikle ısrara devam mı edecekler diye. yok, yok, hayır demeyi hala beceremiyorum bazen, ondan korkuyorum.

şimdi tam da dilediğim gibi bir güneş var dışarıda, bir de film kestirdim gözüme izlenecekler listemde gezinirken, kafam da bir miktar daha yastık istiyor sanki…

aslında bitirdiğim Hirokazu Koreeda filmlerini övecektim. Parasite’den daha çok sevdiğim Shoplifters filminden bileniniz vardır belki bu yönetmeni. geçen aklıma Shoplifters düşünce açıp tüm filmografisini bitirdim Koreeda’nın. bence siz de yapın.

Haydi şimdi ağlayacağım garantili filmimi izleyeyim ben.

Sanatın

arındırıcı anlarına tanık olduğunuzda minnet duygusuyla dolar mısınız? ben dolarım. içim titrer, gözlerim dolar, herkesi kucaklayıp o ana, yanıma taşıyıp göstermek isterim, “bakın bakın, işte böyle, işte aslında insan olmakla ilgili, biricik değil o dertler, utançlar, pişmanlıklar, işte bakın tam da burada anlatılanla ilgili” demek isterim, onlar da arınsınlar varsa orada anlatılan konuyla ilgili dertleri isterim.

daha önce blogda mutfakta iş yaparken hayatıma giren ve beni etkileyen roman karkterlerinin bir anda zihnime üşüşüp beni eşsiz bir ana götürdüğü, içimin minnet, mutlulukla dolduğu, hatta gözyaşlarımı tutamayıp ağladığım bir esrimeyi yazmıştım. şimdi bakındım bulamadım, belki de blogspotta kilitliler arasında, ama çok değerli bir andı. uzun süredir belki de çok tükettiğim, belki de sanat sandıklarımızın sanat olmamasıyla ilgili olduğu için, belki de yaşadıklarımız ve aldığımız yaşlar en korktuğum şey olan o katır kutur, heyecanlanmayan birisi haline getirdiği için beni, böylesi bir an yaşamadım. o yüzden belki izleyip geçer oldum filmleri, içi boş günlerime bir şeyler dahil olsun diye okur oldum. dijital platformlarda listeler tutup okuduklarımı, izlediklerimi, dinlediklerimi kaydederken içleri boşaldı gibi onlarla yaşadıklarımın. öyle işte, “bunu da izledim, bunu da okudum, evet evet dinledim onu da, işte ne bileyim, fena değil.”

şu an kendime haksızlık da ediyorum büyük ihtimalle, o kadar da değil diyor içimde bir yerlerde bir bilinç kırıntısı parmaklarım klavyede bunları dışlaştırırken. evet, arada sırada daha yüksek duyarlılıklarda buluşuyorum onların bir kısmıyla, ama ne bileyim, işte son okuduğum Knausgaard’ın Kavgam serisi ve dün izlediğim Drive My Car beni öyle çarptı ki, diğerlerine haksızlık yapıyor olabilirim.

Kavgam Serisinin son kitabı Son’dayım. başlarda didişe okuduğum bu seri, korkusuzca ve okuyanı rahatsız etmeyi göze alarak yapılan kendiyle didişme metinleri olarak özyaşamdan hareket eden benzerlerinin içinde uzun süre ayrı bir yerde tutulacak benim için. ortalama 500 sayfadan hesap edersek 2500 sayfadır Karl’ı bağısağına kadar tanıdım. son 1000 sayfa kaldı bazen pis bencil, bazen yuh sapık, bazen ya kıyamam diyerek dinledim anlattıklarını. Son’a bu sabah başladım, bakalım nasıl vedalaşacağız.

gelelim sabah dayanamayıp ” öyle etkilendim ki, biriyle paylaşmalıydım” diyerek üzerine mesajlaştığım, şimdi de bloga yazayım diyerek beni buraya taşıyan Drive My Car’a. bundan sonrasında filmle ilgili spoilerlar olabilir, uyarmadı demeyin.

filmin sonunda hissetiğim duygu çok güçlü bir şey izlediğimdi. yas üzerine, empati kurmak üzerine, kendini bağışlamak, gideni bağışlamak üzerine, duygudaşlık yaşamada dilin bir engel olamayacağı üzerine, bonus olarak sanat üzerine çok güçlü bir film izlemiştim.

açık söyleyeyim erteledim filmi izlemeyi, süresinden erteledim, Murakami bazen çok zor olabiliyor, onun bir öyküsünden uyarlanmış, bundan erteledim. hoş daha önce de Burning‘i izlemiştim Murakami’den uyarlanan, onu da beğenmiştim. İmkansızın Şarkısı’ndan uyarlanan Norvegian Wood‘u izlemiştim.okuduğum bir romanındandı, ama film romanın şahaneliğine yaklaşamıyordu.Şimdi böyle yazınca “e baya seviyormuşsun işte Murakami’yi niye korkmuşsun?” diyebilirsiniz. kabul edin lütfen, Murakami metinleri çok zorlayıcı olabiliyor. Bir de işte güncelin ruh halimizi yerle bir ediyor olması hafif şeylere yöneltiyor elimi. sanırım yine Karl Owe’ye teşekkür edeceğim zor şeylerle aramı düzelttiği için. O 2500 sayfayı bir solukta okuyabildiysem bunu da izlerim diyerek açtım dün.

film başlarda akmıyor gibi görünse de, senaryonun ve fotoğrafların güzelliğiyle seni bir anda içine çekiyor ve finaldeki muazzam tiyatro sahnesiyle ekrana mıhlanıp kalıyor ve işte başta bahsettiğim o muhteşem duyguları yaşıyorsun. kendi yasınla yüzleşiyorsun. herkeste böyle olmayabilir, başka bir yerinizden yakalayabilir sizi, affetmekle yakalayabilir, vedalaşmakla yakalayabilir. beni yastan yakaladı. babamın ölümünden yakaladı. arada zihnimi yoklayan ve hiç başedemediğim ” şunu da şöyle yapsak sonuç farklı olabilir miydi?” den yakaladı. Kafuku’nun karısı Oto’nun onu son gördüğünde söylediği ve hiç gerçeklemeyen ” bu akşam konuşabilir miyiz?” ile yoğun bakıma girmeden bir gece önce elimin telefona gidip vazgeçmeme neden olan, “yarın ararım” ın pişmanlığından yakaladı. bu duygular bunca yılın üstüne hep içerilerde bir yerlerde. hiç vedalaşamadığım şeyler. sonra işte filmin seni götürdüğü duygu yoğunluğunun sonuna doğru şunu duyuyorsun ” hayatta kalanlar ölüleri düşünmeye devam ediyor”. yazınca bir anlamı olmayan basit bir cümle, filmin kurgusu içerisinde ise tüm o pişmanlıkların ilacı. Misaki’nin annesinin ölümü ile ilgili pişmanlıklarını anlattığı yerde Kafuku’nun sarılıp “eğer baban olsaydım, sana şöyle derdim; “bu senin hatan değil. sen yanlış bir şey yapmadın””‘ıyla dolup taştım.

daha bir sürü şey üzerine finaldeki Vanya Dayı’dan gelen şu sessiz tiradla iyileşmiş hissetim ben de kendimi.

daha neler neler yazacaktım da tıkandım şimdi, kahveye de ihtiyacım olabilir. taslağa atıp tasarlanmış cümlelerle zenginleştirmeye de gerek duymadan yayımla diyeceğim şimdi. sizin payınıza düşen ise bir şarkı olmasın bugün. filme kendinizi bırakmaya rıza göstererek izleyin derim ben. iyileşmeye ve güzelliklere.

kısa

yazı kısa olacak, evet. çünkü yazmak için değil de paylaşmak için geldim daha çok.

yeni yılda online platformlardan biri (g*in) epey bir uygun fiyat teklifi ile gelince dayanamayıp sözümü bozdum ona da üye oldum. ama valla ayda 3,5 lira falan nereye verilmiyor. yoksa gerçekten bu üye olduğumuz platformlar konusunda bir çekidüzen verelim kendimize kararı almıştık, almalıydık, almış olmalıyız 😛 ama fiyat teklifi çok iyiydi. platform yerli, benzerlerinden farklı olmak iddiasında falan da, epey bir yolu var. hem mobili hem masaüstüsü pek kullanıcı dostu değil. neyi izleyip neyi izlemediğini derli toplu göremiyorsun, sonra o çok yarayışlı bulduğum ilk jeneriği geç son jeneriği geç uygulamasının olmamasından tut da, sonraki bölümü bulmak için epey bir kurcalamak zorunda olmaya kadar sıkıntıları var. neyse, hızlıca günlük haberleri derlemeleri, hafif yaşam belgeselleri falan yumuşak yumuşak iyi geliyor bana. bir yıllık aldım, bir yıl süre veriyorum içeriği zenginleşip sorunlarını da giderirse devam ederim, yoksa çıkarım üyelikten düşüncesindeyim kendisi ile ilgili olarak. bir de kısa filmlere yer veriyor bolca, bu kısım benim gönlümü hoş ediyor şimdilik. severim kısaları.

geçen günlerden birinde platformdaki tüm kısaları izleyip bitireyim bugün kararı aldım, beğendiğim oldu, beğenmediğim oldu. ama biri pamuk etti kalbimi. çok sevdim. hızlıca onu paylaşmaya geldim.

Bis Gleich.

film 20 dakika falan. Platforma üye olmanıza gerek yok, sizin için yutubda buldum 😀 buyrun buradan izleyebilirsiniz. ingilizce alt yazı seçeneği var, ama zaten öyle çok konuşkan bir film değil.

filmin duygusunu bana geçiren müziğini çok sevince minik bir araştırmayla film müzikleri yapan Giovanni Spinelli’ye ulaştım. Epey bir sürede onun sitesinde dolaştım, yaptığı işleri gayet derli toplu paylaşmış. onu da sizin için şuraya ekleyeyim. İzlediğim ve umuyorum sizin de izleyeceğiniz filmin müziğini listede Teplitz adıyla bulabilirsiniz. ama tüm işleri çok güzel bence.

Bis Gleich o zaman 😀

yapmamayı tercih ederim.

sabah uyanmalarım gözünü aç ve derhal yataktan kalk’tı ömrümün yaşadığım kısmının çoğu zamanında.

bir süredir uyan, gözünü aç, tavana bak, zihninde uykunun derinliklerinden kalan düşünceler amaçsız tavşanlar gibi zıp zıp zıplarken sen tavana bak, tavan önemli. uyandığını bile unut, yeni bir uyku fazı gibi bu kısım. tavana bak, bak, bakkkk. onu yeterince yapmayınca uykumu alamamışım gibi bir garip hal gün boyu.

bu sabah tavana bakarken “artık uyandın hala niye eyleme geçip de ıslak mama kabımı almıyorsun ki eline” dercesine isyan edip kafamı ısıran Binoche yüzünden tavana bakma fazı yarım kaldığı için belki de, ayaklarımı sürüyerek sabah alışkanlıklarımı tamamladım. kahveyi ocağa koydum, o demlenirken Binoche’un ıslak mamasını verdim – günde sadece iki kere o da bir kaşık ıslak mama , daha fazla değil. -salonun camını açtım ki oda akşamdan kalan tüm o sağa sola birikip ağırlaşmış havasından arınsın, hafiflesin biraz. kahve demlenmiştir deyip mutfağa tekrar marş marş dedim uyku sersemi ayaklarıma. mmm, bu sabah kardeşimin el emeği kraliçe kedili kupa daha bir hevesli gibi elime gelmeye, tamam sen gel bakalım dedim. kahvemi alıp koltuğa serildim. önce boş gözlerle dışarıya bakıp kahvenin ayıltıcı gücüne sığındım. o nefis kahverengi tat, o dirilten koku sayesinde yarısına gelmeden kitabımı okumaya hazırdım. Karl Ove’nin çocukluğu bitti, gençliğindeyim şimdi. 4. kitap yani. zaten bu sıra yapmayı tercih ettiğim şeylerin başında okumak geliyor. bir de suç belgeseli izlemek, bir de yemek yemek. geri kalan her şey için dilimde hep o cümle ” yapmamayı tercih ederim. ” tekel ürünlerine hayvan gibi zam gelmemiş olsaydı yemin ediyorum alkolik olmanın tam zamanıydı, ama işte ülkemiz hepimizin sağlığını düşünüyor şükürler olsun. öyle bunalım bunalım içimize kapanıp içelim falan, yok canım…- evet içelim, alkol almayalım, alkol almayın, için arkadaşlar. nefret ediyorum bu alkol aldım, alkol alalım şeylerinden. biz içenlerdeniz şükür, alkol sevmiyoruz. –

tam bir kış rehavetinde ruhum, bedenim. enerjim sıfır. üstüne üstlük bu sene yılların kışçısı olan ben, ablasının annesinin dilinde ” ayağına bir şey giy ” demekten tüy bitiren ben, çok üşüyorum. aşırı üşüyorum. bir daha hiç ısınamayacakmışım gibi gelecek kadar üşüyorum. alın, mutlu musunuz şimdi? ayağımda çorap ve tüylü pofidiklerimle yazıyorum şu anda mesela. bazen kendimi deniyorum, sabah hemen ayağıma pofidiklerimi geçirmeden kalkıyorum, ” hah, işte oldu, özüme döndüm” falan demeye kalmadan ayaklarımdan acı seviyesinde bir üşüme bedenime yürüyüveriyor. koşarak pofidiklerimi giyiyorum. hmpfff. sen ben bir de yazcı falan olurmuşum bak şimdi ya. aslında yaşın getirdiği hormonal değişiklikler belli ki. bedenimi araştırıyorum yaş ilerledikçe, böyle üzüntü, kaygı ile falan değil de düpedüz merakla, ” hmmm, bakalım şimdi ne değişecek?” diye diye. bu da yeni bir aşama olsa gerek. sırtıma yelek almadan camlar açık oturamama aşamasına gelince haber ederim. henüz o kadar değil. ayaktan başladı üşüme, ayak sağlamdaysa camın önünde pijamamla dikilip serin havayı içime çeke çeke etrafa bakabiliyorum hala.

ne diyordum? hah, ” yapmamayı tercih ediyorum” hali. hiçbir şey yapmak istemiyorum. saydığım üç şey hariç. okumak, suç belgeselleri izlemek ve yemek yemek. şu üçüncüsü canımı sıkan diğer değişiklik. öğlene kadar ağzına bir şey sokmadan kahveler, çaylar, sigaralar götüren, öğlen “ay içim ezildi, neden acaba?” deyince, “ha, yemek yemedim ya” deyip ağzına iki yudum ekmek peynir sokuşturup günü yaşayabilen ben, her an açlıktan ölüyorum. insan kahvaltıdan kalkınca acıkır mı ya? acıkıyorum, tuzlu fıstık yiyorum bastırsın diye mesela, o da kesmiyor üşenmeme rağmen kalkıp irmik helvası, puding falan yapıyorum. yazcı olmak falan şu yaştan sonra neyse de, obur olmaya dayanamam. derhal bu değişikliğin üstüne gitmeliyim deyip kalkıp tavada milföy böreği yapıp yiyorum tam şu anda. yalnız bir markanın tereyağlı milföy hamuru diye sattıkları bir şey aldım, atmaya kıyamadığımdan tüketiyorum, ve fakat iğrenç. görürseniz ” aaa, neymiş bakayım bu? ” deyip almayın. yani ben kokulu tereyağ sevmediğim için belki bilmiyorum, ama bu keskin kokan tereyağlar vardır ya, onun kokusu var. pöh, bitince hayatta bir daha almam. böyle minik porsiyon, şipşak tavada börekle falan tüketip unutmak istiyorum kendisini.

devam edelim. ” yapmamayı tercih ediyorum” meselesinde dışarıda kalan, yapabildiğim ve yapmayı tercih ettiğim üçüncü şey suç belgeseli izlemek. suç dizileri bitti, yani bitmedi de pespayelere kaldım iyice. yılların criminal lover’ı olarak da artık onları bari izlemeyeyim deyip netflix katalogundaki suç belgesellerine geçtim. bunların da iyisi var kötüsü var tabii de, işte gideri var bazılarının. bu sıra izlediklerim içinde beni en etkileyen, sinirimi bozan The Puppet Master oldu. yani temelde dolandırıcılık üzerine bir suç anlatılan da adam sadece paraları değil hayatları, zamanları da çalan tam bir sosyopat. üstelik hala dışarıda ve her an birilerinin daha hayatlarını çalabilir. ıyhhh, çok sinir bozucuydu. İzleyin derim. bak The Tinder Swindler da da bir dolandırıcı var, orada da psikolojileri alt üst olmuş, parasal olarak korkunç zararlara uğramış kurbanlar var, ama diğerindeki kadar şeytani gelmedi bana. Çocuklarla ilgili suç belgesellerini izlemek önerebileceğim bir şey değil, ama işte Casting JonBenet var, yine şeytani bir adamın anlatıldığı Abducted in Plain Sight var. ay allah belasını versin buradaki adamın da ya. kanım dondu bunda da. American Murder: The Family Next Door var. bunda da çocuk kurbanlar var, uyarmadı demeyin. daha var da, bunlar böyle elimdeki işi bırakıp “nasıl olur ya?” diye diye izlediklerim. ha bir de koca koca yetişkinleri kekleyen guru belgeseli var. bak bunu izlerken kılım kıpırdamadı, kanmayın kardeşim guru gurulara. deneyimlemeyiverin . ha ha ha, bir de buna takığım bu sıra. bir alkol alanlara bir hayatı deneyimleyenlere gıcığım . yaşayın, bak biz yaşıyoruz. ne o öyle mantar toplamaya çıkmış gibi farkındalıkla hayatı deneyimlemeye çıkmak falan. yaşayın. süper bir şey yaşamak lan. neyse, bu guru belgesellerinde wild wild Country var bir de netflixte. Şu Osho’yu anlatan. o daha ilginçti Bikram’a göre. sizi de sararsa suç belgeseli izlemek, bence bu daha iyi. Ben mesela Osho’nun adını bilirdim, kitaplarını falan alıp okuyanları bilirdim de adamın kriminalliğinden habersizdim. şaşırmıştım hatta bu kadar bilinen şeyler varken hala niye okunur bu adam falan diye. ay işte böyle.

bugün tavana bak fazındayken uykunun, blog yazayım bugün ben diye niyetlenmiştim. hatta bilgisayarın başına oturmadan, milföy böreğimi de yapayım , dur bir de duş alayım falan diye dolanırken Ekmekçikızcığım aradı yine tüm vefakarlığıyla. ben susunca bir süre, o hep beni arar sağolsun, “iyi miyim ?” diye yoklar. canım ❤ ona da dedim ki tam da bugün niyetim ses vermekti. bak tatlım, yazdım 😀 telefonda konuşurken oradan buradan, birden nasıl olduysa konu suç belgesellerine, oradan başka bir şeylere derken kendimizi şu bazı filmlerde dizilerde olan manyak hastabakıcı,hemşire karakterleri olur ya hastaların acılarını dindirmek için öldürürler falan, hah işte birden onlara hak veren, aslında olabilir diyen bir yola girdi telefon sohbetimiz , nasıl oldu valla bilmiyorum 😛 , birden yüzüme eğilmiş korkulu gözlerle bakan Hakan’ı gördüm. Ekmekçime de durumu betimleyince epey bir güldük. bir yandan da Hakan’ı sakinleştirmeye çalıştık. yani çaktırmıyoruz ama korkun yani bizden, iyi değiliz valla . Di mi Ekmekçim 😀 ne iyi geldi sohbetimiz, var ol. Hakan yokken konuşuruz diğer planları 😛

yazıyı yazarken yine bir spotify listesi eşlik etti bana arkadan. 70’lerden 90’lara doğru akan bir liste. tam şu anda çalan şarkı da sizin payınıza düştü. buyrun.

Bir süredir elimde olan

ve daha da duracak olan Karl Ove Knausgaard okumam hırsla devam ediyor. hırsla diyorum çünkü okurken kavga ediyorum adamla. aslında adam kitaptan dolayı benim kavgamın nesnesi oldu, onun bir suçu yok. kavgam kitabı tam da hedefine ulaştı ve beni kavgaya sürükledi diyelim.

geçen blog bıdırdanmasında da anlatmıştım, bir tür otobiyografik roman serisi Kavgam. adam almış hayatını didik didik ederek, eğmeden bükmeden her yönüyle kitabına taşımış. sadece olayları değil, o olaylar üzerine kendi düşünceleri, kendi düşünceleri üzerine düşünceleri, sosyal çemberindeki insanlar, o insanlar üzerinden sosyal ve kültürel didiklemeler falan filan. değişik bir tarzı olduğu kesin. ya seversiniz ya bu ne bıdırdanıyor ha bire deyip bir kenara da atabilirsiniz. olayları, kişileri, mekanları anlatışı o kadar detaylı ki, bunca popülarite kazanmasının ardında bence günümüzün stalk kültürünün rüzgarı var. hani instagramda falan biri bir hesaba rastlar, ilgisini çeker de tüm fotoğraflarını, yetmedi etiketlendiklerini, yetmedi yer bildirimi yaptığı yerleri merleri, fotosuna etiketlediği ürünün sayfasını yani bağırsağına kadar her şeyini öğrenmeye yönelik hastalıklı bir eğilim içine girer ya, işte onun edebiyattaki halini tatmin eder gibi yazım tarzı var. evine giderken yaptığı alışverişi bile sayfalarca anlatıyor. markete hangi numaralı metro hattıyla gittiğinden gittiği marketin yanındaki kafede iki yıl önce kimle buluşup hangi yemeği yediğine, aldığı şarabın markasından, markette rastladığı ressamın karıştığı skandala, böyle bir detaylandırma tarzı var. marketten çıkana kadarki kısıma 15 sayfa tüketim toplumu içerisinde kendisinin yozlaşıp yozlaşmadığını anlamak üzere giriştiği varoluşsal didiklemeleri de ekliyor falan. genel olarak böyle bir tarz.

peki ben niye yükselip kitabı hırsla okuyorum ve dahası adamla kavga ediyorum? çünkü kıskanıyorum kardeşim. kendini konumlandırdığı eğitimli, kültür üreticisi, orta yaşlı orta sınıfın – o böyle tanımlıyor- bu coğrafyadaki bir üyesi olarak bennnnn, adamı kıs – ka – nı – yo – rum. yani adamı değil de işte tüm benim, bizim gibi insanların o coğrafyada yaşayan karşılıklarının dertleri ile bizim dertlerimiz arasındaki uçurumu görüp adamları kemiklerime kadar kıskanıyorum.imrenmek değil bak, imrenirsin. ben mesela , kıskanmam pek, imrenirim tabii bazı insanlara, hayatlara, şeylere. ama imrenmek böyle doğamızdaki kötücül bir yan gibi değildir bence. imrenirken karşındaki ile ilgili kötücül düşünceler eşlik etmez ruhunuzda size. hatta imrendiğin şeye bakarken, izlerken yüzünde minik ve salak bir gülümseme bile olur. ben en kötüsünden bahsediyorum, kıskanmaktan. adama küfür falan ediyorum be içimden. o kadar kıskanıyorum. tek dertleri kendileri olan, -hayır benciller demiyorum burada- varoluşları olan bu insanlar ve “ben kimim ?” sorusunu sorduğumuz anda bil sırtımıza vurulan kırbaçla işimize gücümüze, hayatta kalmaya, geçinmeye çalışmak zorunda kalan bizlere bakıp ağlayasım geliyor bazen. pekala biz de onlar kadar zihinsel gelişimimizi tamamlamışız, ama işte onlar 20 yıl sonra olacakları yerin entelektüel olarak onları tatmin edip etmeyeceğini, çocuklarına yaklaşımlarının etik ve pedagojik temellerini falan düşünürken market alışverişlerinde, burada onların karşılığı olan pek çoğumuz emekli olup olamayacağını falan düşünerek hiç sevmedikleri işlere katlanıp mutsuz, yorgun, varoluşlarını besleyecek her tür entelektüel ortamdan uzak düşerek yaşayıp gidiyor. “Ben kimim ve nasıl biri olmak istiyorum” sorusuna sıra gelene kadar şu meşhur kademeli ihtiyaçlar teorisinin alt basamaklarında ömür çürütüyoruz.

diyebilirsiniz ki ” manyak mısın, okuma”. evet manyağım ve bu sıra yaşamak zorunda kaldıklarımıza öyle öfkeliyim ki, öfkemin dinmesine değil beslenmesine ihitiyacım var sanırım. yani öfkemi diri tutan bu seriyi pek sevdim 😛

yıllar önce yayınlandığı 2010-2013 yıllarında Borgen dizisini de böyle ağzım açık, inanamayarak,”vay be ne kadar farklı dinamikler siyasette,medyada. ulan böyle de olabiliyor işte” diye diye, izlemiştim. hoş siyaset işte, nerede olsa bir miktar kirli. ama yani kirin de bir derecesi var kardeşim. bu arada izlemeyeniniz varsa izleyin. bana dua edersiniz valla. güzel dizi. şimdi link vereyim diye dizinin sayfasına gittiğimde de 4. sezon’un 2022 olarak eklendiğini, ama yayın tarihinin henüz netleşmediğini öğrenip bir heyecanlandım. ay hadi işallah devam etsin. Birgitte’nin 2022’de politik duruşunu merak ettim bak şimdi.

velhasıl kuzeyli insanlar, bakın derdinizi seveyim sizin ya. valla beni deli etmeyin, kıymetini bilin hayatınızın. ya da gelin burada biraz yaşayın da sonra konuşun. ok?

neyse, işte böyle azıcık içimi dökeyim de arınayım diye geldim blogcuğum. zira kıskançlık çok yorucu, nasıl yaşıyor kıskanç insanlar ya.

biraz acıktım, gidip dün yaptığım çerkes tavuğundan yerim şimdi herhalde. soğukken daha güzel olan bir şey bence. cevizli acukalı sos da demleniyor böyle bir gün geçince. tam rakı yanı mezelik,ama bilin bakalım ne yok? olsun, acı biber turşusu ile gömerim bir tabak ben. rakı da sonra keyifli günlerde içilir elbet.

tesadüftür, bu yazıyı yazarken dün yeni albümlerinin çıktığını öğrenip hadi yazarken dinleyeyim bakayım Madrugada’cığımın yeni albümünü diye açtığım Madrugada eşlik etti bana. kuzeyliler sarmış dört bir yanımı anacım. neyse yeni albümleri de güzel de, ben eskilerden sevdiğim bir parçasını ekleyeyim sizin payınıza. buyrun.

çocukluğumun

en travmatik izlencelerinden biridir; bir kadın bir kartalın pençelerine takıp kaçırdığı bebeğini kurtarabilmek için canhıraş bir şekilde kartalla pençe pençeye dövüşmektedir. bebek kurtulamaz, kadın kara bir taşı kundaklar bebeği kılar falan. günlerce gecelerce gözümün önünden gitmeyen kartalın kaçırdığı bebek, bir yerlerde böylesi şeylerin olabildiği, kartalla dövüşen kocaman mavi gözlü bir kadın…

sabah aldığım ilk ölüm haberiydi “Fatma Girik hayatını kaybetti.”. dedim saçmalama, hayat kaybetti.

siyah beyaz filmlerde bile insanı çarpan mavi gözlerinden ibaret değildi Fato. mert, dik bir duruşla bu yaşa gelip bu sıra çoğu tarafından bizi hayal kırıklığına uğratanlardan biri olmadan gitti bu dünyadan diye sevinesi bile geliyor insanın. töbe estağfurullah, ülkenin bize yaşattığı duygulara bak diye de düşündüm sabah sabah. yolun ışık olsun fato bacım, biz senden razıyız ve büyülü perdede yaşattığın tüm duygular için teşekkür ederiz.

bugün zaten yine bir yitiğimizi anma günü. kör balıkçıların bile cinayetleri gördüğü ,ama bir türlü katillerin cezalandırılmadığı buralarda bugün de Uğur Mumcu heşteglerine abandık twitırda. Fato’muza mı yanalım Uğur’umuza mı bilemeden twitler attık işte sabah sabah. Uğur Mumcu cinayeti sırasında Ankara’daydım, ablamda. karlı bir gündü. atlayıp evinin oraya gitmiştik, anmaya, lanetlemeye, niyeyse artık bilmeden. şok duygusunu hatırlıyorum. bombayla bir insanın ölmüş olmasını idrak edememenin darma dağınıklığı. çok etkilenen yeğenimin boyna “uyur mumcu’ya ne olmuş?” diye soruşunu bir de . ışıklar İçinde uyu Uyur Mumcu.

sonrasında manyak gündeme küfür ede ede, ama camdan bakınca da her yere ışığını getiren kara bakıp sevine sevine öyle sıradan bir sabah gibi geçti sabahım. sabahları elimde telefonla neler olmuşa bakarken kahve içince, kahveden hiçbir keyif almadan bitiverdiğini fark ettiğimden beri kahve içerken telefonu bırakıp kindle’a, kitabıma geçiyorum artık. aferin bana bence. aslında bir devrim yapıp telefondaki tüm soşıl uygulamaları silmeme de ramak var ya, dur bakalım. oğlum çok uzun süredir böyle uygulamaları telefonunda barındırmıyor, hatta telefonunu siyah beyaz ayarında tutuyor. bana garip gelse de çok takdir ettiğim yönlerinden biri kendini telefon esaretinden uzak tutabiliyor olması. disiplinli başağım benim. ❤ neyse, sabahın nasıl geçtiğinin fotoğrafını çektim size, polar pijamam, yün çoraplarım ve kış güneşi 🙂

Yaşar Kemal Ada serisi bitti, bir ayıbımı daha telafi etmiş oldumböylece şimdi geçen sene birinci kitabını bulup okuduğum, serinin diğer kitaplarının doğru düzgün e-formatını bulamadığım için üzülerek vazgeçtiğim, sonra geçenlerde twitırda birisinin bana hediyeymişçesine paylaştığı tüm seri ile hemen içine daldığım Karl Ove Knausgaard’ın “Kavgam ” serisinin ikinci kitabını okuyorum. geçen sene ilk kitabı okurken başlarda garipsemiştim yazma biçimini. hayatını anlatırken araya sıkıştırdığı felsefi, psikolojik,, sosyolojik analizlerle anlatıyı bölen, hayatının farklı zaman dilimlerine pat diye gidip pat diye geri dönen tarzını garipsemiş, sonrasında bir solukta bitirmiştim. değişik bir tarz, samimi bir gündelik yaşam anlatısı deyin, keyifli bir blog yazıları toplamı deyin, felsefi bir roman deyin, ben de tam diyemiyorum işte nedir diye de, okuduğumu sevdiğimi biliyorum. yani epey bir süre bu 6 ciltlik seri ile geçecek kitap okuma zamanlarım.

biraz kitap okuyup Hakan’ı uyandırdım, kahvaltı edecekken bir acı haber de Hakan’ın son işyerinden epeydir illet hastalıkla boğuşan gencecik bir kızcağızın ölüm haberi ile geldi. hızla bir iki lokma bir şey yemesini sağlayıp Hakan’ı cenazeye uğurladım. boş boş oturup bir müddet her ölüm haberinde insanı esir alan o anlamsızlık hissiyle camdan kar izledim. sonrası işte keyifsiz keyifsiz iş güç etrafı toparlama derken yolumu sana düşürdüm blog. hayat bir garip.

şimdi ne yapacağım?

bilmiyorum, Hakan’ı bekleyeceğim, belki bir film açarım, istemiyorum da pek bir şey ama, bakalım buluruz bir şeyler.

yazıyı yazarken arkada Nick Cave eşlik etti bana. bu da sizin payınıza düşen:

Bekliyoruz…

kar bekiyoruz sürekli, gelmiyor.

biraz neşe istiyoruz buralarda, eskiden kar sadece neşeydi hatırlıyoruz. biraz hafifleme, biraz saçımızın okşanıp ” tamam geçti, geçti” denmesini istiyoruz.

çok ihtiyacımız var çünkü. biraz umuda, biraz hafiflemeye, biraz kahve içerken sadece kahve içmeye, biraz didişmemeye, biraz hassasiyet denen tüyleri dalayan kazağın yıkana yıkana artık sadece sıcaklık vermesine, biraz artık ölmemeye, biraz kolayca yaşamaya, halimizden anlayana, “gel bir çay içelim ya, geçer hepsi elbet” denmesine, biraz güvenecek dağ bulmaya, biraz artık ciddiye alınması gerekenin gerektiği kadar ciddiye alınmasına, hafifsenecek şeyi suçluluk duymadan ya da hafif işte diye bağıra bağıra anlatmak zorunda kalmadan hafifsemeye, biraz saçımızın okşanmasına. biraz ayrışmamaya, ortak acılara ve ortak sevinçlere ihtiyacımız var.

kar bekliyoruz sürekli, gelmiyor.

bir soğuk günde gidenlerimizi anıyoruz her yıl boşu boşuna.

bir stadyum dolusu beyaz berenin utancını duyumsuyoruz her sene. önümüze bakıp dişimizi sıkıyoruz. Ah! diyoruz, ah ahparig!

b*ktan mevzuular

sabah uyandığımda hiç aklımda yoktu temizliktir falandır gibi şeylerle uğraşmak. hatta dünden bugünün pizza ısmarlamak suretiyle sabahtan akşama tamamen tembel bir gün olmasını planlamıştık. ama tabii planlar ne içindir?

poposuna kakası yapışmış bir kedinin nasıl yürüdüğünü hiç gördünüz mü? sizin değilse ve olay evinizde gerçekleşmiyorsa epey komik. arka ayaklarını öne uzatıp poposu üzerinde ön ayaklarını kullanarak sürüne sürüne evi gezmesi, bu sırada sizin her tür müdahalenizi bedensel bütünlüğüne – bütünlüğüne tüküreyim, benim akıl sağlığımın bütünlüğü n’olcak zalımın kedisi- saldırı olarak görüp kendini oradan oraya fırlatıp daha haftası dolmamış koltuğunuza, kanepenize, halınıza bedensel bütünlük hakkı olan kakasını bulaştırması falan… baştan uyardım,içiniz kaldırmıyorsa hemmeeen kapatın, zira mevzuu b*ktan.

işte böylesi bir eğlenceli tembellik gününe uyandım. olayın tam kahvaltımızın başına geçip sheldon cooper’a gülmeye hazırlanırken olması falan, her şey, ama herrrr şey tam da plan yapmış dur şuna gülelim azıcık diyen perileri çok eğlendirmiştir eminim. oysa evde bir tarafta peşinden koşulan tüyleri diken diken bir kedi ve kedi peşinde koşan tüm saçları diken diken bir elektra olarak hiç gülmedik.

olan hakan’ın ellerine oldu. tırmık içinde. çoğu senin tırnaklarından diyor, tıslamışım bile hatta bir ara. valla olabilir. bir şekil hallettik popo olayını, geriye kaldı evi paklamak. işte şu saate kadar tüm evden kesif bir çamaşır suyu buharı yükselene kadar ovdum, sildim, pak etmeye çalıştım. tabii ki Bİnoche’u bir odaya kapattım, saçmalamayın, çamaşır suyu koklatır mıyım hiç kediye ya. an itibarı ile bacaklarıma kuruldu, barışma porultuları içerisinde yazımı kontrol ediyor. olan oldu, günün geri kalanını kurtarmadan önce bir de bloglara bakayım dedim, hemen gidiyorum. hiç bir planımı değil yazmak, aklımdan bile geçirmiyorum, periler daha iş başındadır falan, valla uğraşamam başka bir aksilikle.

yazıyı yazarken bu hafta hiç bakmadığım haftalık keşif şeysini açtım spotifaycığımdan, yine soft soft takılmışım ki geçen hafta, önerdiği bir sürü yumuş şarkıyla günün stresinden kurtulup yumuşadım. sizin payınıza da şu düşüyor bu listeden:

Piiiii

ne kadar da oldu yazamadım. yılbaşı öncesi gelip gelemeyecekleri kızkardaşımın diş tedavi sürecinden mütevellit pek de belli olmayan anacım ve kızkardaşım şaaakkk diye geliverince tabii soşıl mecralardan elimi ayağımı çektim. geçen senenin hepimiz kendi evlerinde online kadeh kaldırmalı, yutkuna yutkuna ve birbirimize çaktırmadan “lan acaba bi daha yüzyüze gelebilecek miyiz?” kaygılarını içimizde sustura sustura geçirdiğimiz o garip yılbaşı kutlamasından sonra, sarılmalı, göbek atmalı, tombalalı, kadehleri gerçekten birbirine vurmalı bir yılbaşı pek de iyi geldi. tabii ki bir kocaman eksik de olmayaydı iyiydi, ama o da uzak illlerde de olsa hayallerinin peşinde, yanında sevdiceğiyle sağ ve salimdi ya, olsundu.

çokça “ne yesek?” sorusunun domine ettiği tembel günlerden sonra döndüler evcağızlarına anacım ve kızkardaşım. buna da şükür.

onun dışında da pek bir şey yok be blog. izlediğim anamın izledikleri, yediklerim kardaşımın canının çektikleri. evden birileri gidince oluşan o garip, normale dönmeden önceki şapşal şapşal evin içinde dolanma halimizi çabucak atlatmamızı sağlayan da salonumuza aldığımız kanepe ve koltuğun gelmesi oldu. eskileri kaldır, yenileri koymadan sil süpür, yeniler gelince onu da oraya, yok olmadı buraya koşuşturmasıyla bugüne geldik. bu sabah erken uyandım, hadi dedim uyumayayım da sabahtan işlerimi bitireyim Hakan uyanmadan. Binoche’un yemeğinden bizim yemeğin ön hazırlığını, sabah esneme seansını, haberlere bakmayı, kitap okumayı, tabii ki kahve keyfini de içine koyduğum verimli bir sabah oldu tam da düşündüğüm gibi. şimdi izlemeyi aklıma koyup izleyemediğim filmler ve örgü ile dolu bir gün beni bekliyor. yeni kanepenin tam camın önüne konuşlandırdığımız uzanmalı uzantısına konuşlanıp perdeyi de aralayıp meteorologların müjdelediği karı bekleyeceğiz bakalım.

bıdırdanmadan yazı bitirmek adetimiz olmadığından hiiiçbir, ama hiçbirrr diziyi ya da filmi izlememesine rağmen golden globe yazısı yazan bloga saydırayım bari. goldenlar verilmiş haberim yok, dedim ya, anam burdayken telefonun şarjı üçgün gitti. elime bile almadım çoğu zaman. neyse sabah twitırda birisinin twiti ile aaaaa, dağıtılmış deyip heştegine daldım. haber sitelerinde listelere ulaşana kadar kaybolmak yerine bir kızcağızın kendi bloguna link verdiği twitine tıkladım. hani blog dayanışması olsun da diye, ama o ne. şöyle bir yazı: onu daha izlemedim en iyi dizi ödülünü almış, bunu duymamıştım bile en iyi erkek ödülünü almış, aaa onun komedi dizisi çektiğini bile duymamıştım en iyi komedi oyuncusu ödülünü almış…. böyle ağzım açık okudum. e yazma bebeğim ya. ne hallere gelmiş dizi, sinema bloglarının dünyası. şeym on yu girl. şeymmm.

neyse liste az da olsa tatmin etti beni. Ted Lasso’cuğum Jason Sudeikis var, Hacks’ten Jean Smart var. ikisi de şahaneydi, hak etmişler. The Power of the Dog almış, e olur, gideri var. Belfast’cığım senaryodan kapmış güzel. tenisçi kızların babası rolüyle Will Smith almış, yaaaniiii, meh. tick tick boom’dan Andrew Garfield almış, baştan sona kıpır kıpır bir oyunculuktu, bravo ona. başta içine çok zor girdiğim sonrasında bütün şerefsiz karakterlerini pek sevdiğim Succession almış,şaşırtmadı. izlemesi zor, ama başarılı bulduğum The Underground Railroad almış, şaşırttı. globelar böylesi işleri pek takdir etmezdi. ama aferin globelara. Kateciğim Winslet almış Easttown’dan Mare olarak, canım benim alsın tabii. succession’un başarısız isyanların ezik kumandanı karakteri ile Jeremy Strong almış. burda olsun babasını ezmiş,içim soğudu billa. yazık. e abisi alır kızkardeşi durur mu , aynı diziden bir de Sarah Snook almış. ailece komite bunlarındır zaten. Squid Game fos çıkmış ki bence normal, bir o gariban yaşlı amca almış. diğerlerini yazmıyorum, izlemediklerim var. bak gördün mü golden globe yazılı kız, bilmediğinde yazmayacaksın. alllaaam ya. onu bilmiyorum, bunu duymadım diye yazı yazılır mı yaaaa. bak yine yükseldim.

neyse, bir an önce kapatıp gidiyorum. sadece golden globe’ un sayfasına link verdim farkındayım, ama şimdi tek tek yani… anladınız siz beni.

yazıyı yazarken radiohead’in No surprise’ını canım çekmişti, onu yazıp rastgele bir listeye dalmıştım spotify’da. tam şu anda şuna geldi liste, bu da size gelsin madem.

Gözlerime Bak…

yaşadığımız dönemi anlatan bir söz kalacaksa bu da ilk 20’ye oynar di mi?

“bak bakıyım sen de benim gözüme, yemezler” deyip açmadan kapayalım konuyu. maksat not düşmek olsun diye böyle girdim ne zamandır elimin ermediği caağnım bloguma. halay çekerek girmişim sayın siz onu. deli deli işler işte.

bir kısmında evden uzakta olduğum için bir kısmında evde ama aşı vurgunu olduğum için birazcık da keyfim istemediği için yazamadım işte bir şey bulup.

şimdi de anlatacak pek bir şey yok da, biraz daha gelmesem buralara hoooop başa dönüp uzaklaşmaktan korktum. yani zorlama bir yazı. isterseniz hemen şimdi kapatıp çıkabilirsiniz. ya da sonlara doğru yine film dizi mizi bir şeyler öneririm, direk oraya atlayın. siz bilirsiniz.

evde niye yoktun elektra, hayırdır?

kayınvalidenin sağlık sorunları oluşuverdi acilinden. hooop bir anda İstanbul’un bir ucu tuzla’ya gitmek zorunda kaldık. ev, hastane, ev, sonra yine hastane sıkıştırdık aciliyetin içine. çok şükür halloldu sorunsuzca, biraz yüzlerini güldürüp evimize döndük.

o ara hatırlatma dozları açıldı 6. ay dolmadan, hooop acilinden aşı randevumu aldık, aldık ama bir gece önce ben hof pof. başıma geleceği biliyorum çünkü. çoğu insanın kol ağrısı, hadi biraz daha ağır olsun, hafif kırıklıkla atlattığı aşı süreci, 3 dozumun üçünde de kanırta kanırta yaşandı benim ilaç alerjili bünyede. netekim 3. de öyle oldu. hiç şaşmaz bir biçimde aşıdan belli bir saat sonra ortadan ikiye ayrılırcasına bel ağrısı, akşamına Daenerys‘in hala kızıymışım gibi ejderha yumurtalarımın içimde ejderhaya dönüşmesi , bir hararet ki nefes alıp verirken boğazımın, burun deliklerimin yanması ve üç koca gün kanepeye serilip başka hiçbir şeye elimin kalkmaması – ” uğurrr abiii, özlem kardeş ne koydunuz bunun içine ya, ya da hepsini benim için mi koydunuz, acık başkalarına da koysaydınız, günah” – içtiğim suyun, kemirdiğim portakalın haddi hesabı yok, ejderhalarım doymadı valla .

hayır, bir de yatmak konusunda hiç başarılı biri değilim. hayranımdır yatarken sadece yatabilen insanlara, ben sıkılıyorum, bitim kanlanıyor, gözümün önünden cam silmeler geçiyor, ütü yapmalar geçiyor, yılbaşı kurabiyesi yapmalar geçiyor. yattığım da haram oluyor, yumuşayıp gevşeyemiyorum yani. neyse ki yattığım yerden bilgisayardan istediğimi izleyebiliyorum. bir de örgü örebiliyorum 😛 evet, ben yatarak örgü örebiliyorum. ne var?

bu seferki aşı mecburi yatışımın başarısı Norveçli bir örgücü arkadaşın taktığım bir patiğini örmeyi halletmem oldu. örgü öğrenmeyi kafama taktığımda dölarrr böyle gerekirse simit yiycez atlatıcaz seviyesinde ya da bak gözüme, ne görüyorsun seviyesinde değildi. örmeyi kafaya taktığım kazaktır falan gibi şeylerin pattern’lerini çat diye alıyor kafa göz yara yara örüyordum. ama işte dölarrr çok dolunca ve yanında burkina fasafiso frangı bile gerekirse simit yiyeceğiz atlatacağız seviyesinde olunca öyle çaaat diye alamıyor insan o patternleri. hayır bir de patik. koca koca kazakların patternlerini 10 liraya 15 liraya alıp ördük, tamam. iyi de patiğe 60 kron mu vereceğiz yani. 60 kron ne demek? çoook simit demek , göze çok bakmak çok bakmak , sonra da gözüne s*ç* yım demek. yani delirtmeyin adamı.

neyse, instagramda kadının bütüüüün storylerini, gönderilerini taradım, kesmedi paternin ad etiketli tüm gönderileri dibine kadar taradım, kiminden bir küçük foto açısı farkı ile başlangıcı, kiminden ilmek sayısı ile böyle epey bir veri mühendisliği yapıp kendimce paterni baştan yazdım. aslında bi şey de yok, öyle ahım şahım değil, tek hoşuma giden yönü hiç dikişinin olmaması bir, topuksuz olması iki, aşı etkisiyle mal gibi yatıyor olmamın bünyeyi sapıttırması üç. yani bir şekilde taktım. en pis huyumdur, taktım mı yapacağım illa.

neyse mutlu son, çok simit eden patiği bi güzel ördüm, yemin ediyorum paterni satın alsam, en fazla bir iki yerinde aaa, bunu atlamışım diyebileceğim trik vardır. ya da , aaa bak böyle daha kolay oldu derim belki. belki de demem, “işine bak marteeee, böyle daha kolay ” diye mail atarım marte’ye . patik de şu:

“bu mu yani?” dediğinizi duyuyorum, çok ayıp. evet, bu. çıkıp patik yünü alacak halim mi vardı yani? bir ara ördüğüm ince bir kazak yününden artan iple işte babet çorabından hallice oldu. böyle daha pofur pofur bir ipten yine öreceğim. o geyik şeyini de ben ekledim, marte akıl edememiş 🙂 bir de tabii o kuzeyli, üç kuruş fazla olsun geyikli olsun cafcafını bilmez, zaten cafcaf nedir bilmiyor allahın minimalistleri. – kuzeyli doğmadığım için tüm kuzeylilere gıcığım, ondan yükseliyorum şu an marte’ye. yoksa mis gibi insan valla, yalnız bir patiğe de 60 kron istenmez ya, ayıp. sen simit kaç para biliyor musun marteciğim? al işte, kozmik odalarda sakladığın patik modelini patlattım.

ay yoruldum. kafam yine yastık istemeye başladı.

dizi mizi yazarım diyordum ya, hadi sona atlayıp gelenleri kandırmış olmamak için The Great izlediniz mi diye sorayım. Huzzaaaaaah! Şahane eğlenceli bir dizi. izlemediyseniz izleyin, bana duacı olursunuz valla. bizim baltacı ile adı çıkan rus çariçesi Katerina’yı ve o dönem çarlık rusya’yı anlatan şenlikli bir dizi. İlk kapanmalardan birinde keşfedip birinci sezonunu hemen bitirmiştim. şimdilerde ikinci sezon devam ediyor. siz yazımı okumadan sona atlayan sevgili okuyucularım, aşkolsun. ama olsun, yine de size verdiğim sözü tuttuğum için, şimdi başa dönüp yazının tamamını okuyun bakalım.

şimdi gidip hafiften homurdanan ejderhalarımı buz gibi bir portakalla besleyip kitap okuma seansıma geçeyim. Yaşar Kemal’in ada serisinde birinciyi bitirdim, ikinciyi yarıladım. şu an ada yavaş yavaş doluyor, bu gece girit’ten gelen ailenin hikayesini öğreneceğim sanırım. poyraz musa’yı da o sarı bıyıklı çocuk vurmasa bari.

yazıyı yazarken bugün izlediğim Last Night ın Soho filminin soundtrack’i eşlik etti bana. sizin payınıza da bu düşsün madem.